Köken (Origin) - Lux Serisi 4.Kitap - Jennifer L. Armentrout

Macera Köken ile devam ediyor. Fazla yoruma gerek yok. Lux serisini okuyan ne demek istediğimi anlar. Heyecanlı bir bitiş ile son kitap olan Direniş ile seriyi bitiriyoruz. Keşke bitmese :( 



Elimi uzattığım gibi, arkamdan usulca yaklaşan Luxen'in gırtlağına yapıştım. Onu döndürdüm, ikimiz de insan formumuza döndük. Gözlerini dehşet bürümüştü. "Ciddi misin sen yahu?" diye homurdandım.
"Eyvah," diye mırıldandı. 
Or*spu çocuğunu havaya kaldırmamla yere çakmam bir oldu. Ben doğrulurken etrafa taş ve toprak saçıldı. Tekrar Ethan'a baktım.
Büyük'ün beti benzi atmıştı. "Kendi türünle savaşıyorsun Daemon. Affedilmez bir şey bu."

"Onlara ben Luxen'ım dedim ama indirim yok dediler - Pepe Toth"  "Dameon"


LUX #4 - KÖKEN (Origin) - ön okuma - Jennifer L. Armentrout

DEX

Daemon

Kapıların kapanmasının, Kat’i benden ayırmasının üstünden otuz bir saat, kırk iki dakika ve yirmi saniye geçmişti. Onu en son otuz bir saat, kırk iki dakika ve on saniye önce görmüştüm. Kat tam otuz bir saat kırk bir dakikadır Daedalus’un elindeydi.
Ve her geçen saniye, her dakika, her saat beni çıldırtıyordu.
Tek kişilik odayı, daha doğrusu bir Luxen’i kızdıracak her türden şeyle donatılmış hücreyi arşınlarken yumruklarımı sıktım. Kapıldığım feci öfke, içimi asitle kaplıyordu adeta.
Böyle olmaması gerekiyordu.
Weather Dağı’nda işler çığırından çıkıp da birisi yakalanırsa bu kişi ben olmalıydım, Kat değil. Asla o değil.
Odanın ortasında durup gözlerimi yumdum. Kat’in yüzü gözlerimin önünde canlanmıştı ve diğer tarafta, yanlış tarafta kapana kısıldığını anladığı an fırtına bulutu rengi gözlerinde beliren dehşeti hâlâ görebiliyordum.
O kadar yanlıştı ki.
Ona peşimden gel demeseydim şu an benimle, yanı başımda olacaktı ama şu iki sözcük mahvetmişti bizi.
Yakalanan ben olmalıydım. Bir şeyler yolunda gitmezse diye planımız buydu. Matthew ile Andrew kabul etmişti bunu. Fakat zamanı gelip çattığında dinlememişlerdi. Matthew beni geriye çekmişti. Beni kurtarmışlardı.
Feda edilen, bir yığın Arum’la ve Daedalus’la bir başına terk edilen Kat olmuştu. Arum’lerin ona yaptığı şeyleri...
Aklımdan geçirmeye bile tahammül edemiyordum.
Kapının arkamızdan kapanmasını takip eden saniyeler hayatımın en kötü anlarıydı. İçlerinden biri, büyük olasılıkla da Matthew, Tanrı bilir neyle kafama vurup bayıltmıştı beni. Beni, onun peşinden gitmekten alıkoyabilecek tek yere getirmişlerdi. Luxen kolonisinin derinliklerinde, kendi türüne ya da insanlara karşı tehdit oluşturan Luxenleri tutmak için kullanılan bir dizi hücre vardı.
Ben bir kez olsun Dawson’ı buraya kapatmayı düşünmemiştim, oysa onlar beni buraya tıkmışlardı.
O birikmiş, çaresiz öfke bir yıkım güllesine dönüşmüştü içimde. İnsan formunu korumak olanaksızdı. Bir şeylere vurmak... Bir şeyleri yok etmek istiyordum. Buna ihtiyacım vardı.
“Daemon, hiç kimse...”
“Kes sesini,” dedim köşede oturan Matthew’a dönüp. Şu anda onu gebertmek istiyordum. “Kapa çeneni, yeter.”
İrkildi ama sağduyu denilen şeyden nasibini almamış olacak ki, konuşmaya devam etti. “Hiç kimse bunun olmasını istemiyordu. Onun senin için ne kadar çok şey ifade ettiğini biliyordum.”
“Ettiğini ha? Daha şimdiden geçmiş zamanda konuşmaya mı başladık?” Hiddetten gövdem sarsılıyordu. “Ciddi misin sen?”
Ayağa kalkarken yaşlı Luxen’in yüzünden kan çekilmişti. “Kastettiğim bu değildi, sen de biliyorsun.”
“Tek bildiğim, Kat’a göz kulak olmak senin görevindi. İşler sarpa sararsa onu oradan çıkarman gerekiyordu. Ona doğru bir adım attım, sonra kendime hâkim oldum. Aynı odada olmamız yeterince kötüydü zaten. Daha fazla yaklaşma konusunda kendime güvenemiyordum. Ben koruyamazsam onu sen koruyacaktın.”
Gözlerini yere dikti. “Çok çabuk olup bitti.”
“Hadi oradan. Sen ve Dawson seçiminizi yaptınız.”
“Ne dememi bekliyorsun Daemon?” Bir elini sarı saçlarının arasından geçirdi. “Seni oradan çıkarttığım, yakalanmana izin vermediğim için üzgün olduğumu mu söyleyeyim? Sen ailemdensin... Benim ailemsin.”
“Ciddiyim, çeneni kapaman gerekiyor.”
Geri adım atmadı. “Katy...”
“Ona neler yaptıklarını sen de biliyorsun!” diye kükredim. Benden fışkıran enerji yatağı sarstı. Bir lamba devrildi. Kıvılcımlar tısladı, tepedeki ışık yanıp söndü. “Dawson’a ne yaptıklarına bir bak... Bethany’ye bir bak. O iyi değil. Hiç bir zaman da olmayacak...” Hızla nefes alıp bir adım geriledim. Oturmak değildi bu, daha çok bacaklarım pes etmiş, kıçım yatağın kenarına çarpmıştı.
Katy de iyi olmayacaktı.
Nefes alamıyordum.
Yüzleşemediğim gerçek buydu işte. Kat’in bakışlarının Beth’in boş bakışlarına dönüştüğünü hayal etmek öldürüyordu beni.
Konuştuğumda, kendi sesimi tanımakta ben bile güçlük çektim. “Onun neler yaşadığını ne zaman düşünecek olsam...”
Koca dünyayı yakıp yıkmak istiyordum.
Tekrar iskemlesine otururken Matthew’nun yüzü şefkatliydi. “Çok üzgünüm.”
Nefret ediyordum bu sözlerden. Üzgünüm. Sanki bir şeyi değiştiriyordu da. Çünkü çok üzgündüm... Kendimi o denli suçlu hissediyordum ki, etrafıma yayılıyordu adeta.
Parmaklarımı yüzümden aşağı kaydırıp “Gerçekten üzgün olsan beni çıkarırdın buradan,” dedim.
“Onu yapamam işte.”
Ellerimi indirdim, babam saydığım adama baktım. “Beni burada sonsuza dek tutamazsınız. İllaki bir yolunu bulup çıkacağım. Oniksle kaplanmış pencere ve kapılar beni durduramaz. Anlıyor musun?”
Uzunca bir süre geçtikten sonra yanıt verdi. “Dawson aynı durumdayken ona ne dediğini hatırlıyor musun?”
Hatırlıyordum elbette. Bu farklıydı ama. “Umurumda değil.”
Kendime geldiğimde, nöbet tutan Dawson’la satırı satırına aynı konuşmayı yapmıştım. Bu konuyu Matthew’la tartışmak hiçbir şeyi değiştirmeyecekti.
“Onu yüzüstü bırakmıyoruz Daemon ama bize bir plan yazım yoksa...”
“Haftalar, aylar boyu bekleyemem,” dedim ona. “Oraya tekrar girebileceğimizi bile bile onu Weather Dağı’nda tutmazlar. Onu oradan nakledecekler, sonra onu bir daha göremeyeceğim.”
Matthew öne kaykıldı, ellerini dizlerinin arasına koydu. “Dikkatli olmalıyız. SD bunu bizim yaptığımızı biliyor. İçeri kimlerin girdiğini de biliyor. Bunu da hesaba katmamız lazım.”
“Daha anlamadın, değil mi? Tüm bunlar daha en başından bir tuzaktı.” Aval aval bakınca zekâsından gerçekten şüphe ettim. “Yapma yahu. Dawson’ı Will’in serbest bıraktığını bildiklerinden hep kuşkulanmıştık zaten. Yoksa neden onu aramaya gelmediler? Sonra o onun bunun evladı...” Derin bir nefes aldım. “Blake bizi oyuna getirdi. O gece, Beth’i almaya geleceğimizi biliyorlardı. O Chris’i serbest bırakmaları karşısında bizi sattı. Bu konuda en ufak bir şüphem yok. Karşılığında bizlerden birini istediler, biz de tuzağa kendi ayağımızla girdik.”
“Bu da önemli bir konu,” dedi Matthew. “Tuzağa tekrar düşemeyiz.”
Kaçıncı kez olduğu ama umurumda değildi. Kat’i bulmamı engelleyemezdi bu. Dünyada hiçbir şey engelleyemezdi.
Birisi illaki bir yanlış yapacaktı.
Dışarı çıkacak, onu bulacaktım. Birisi ya da bir şey karşıma çıkarsa gözümü bile kırpmadan ortadan kaldıracaktım.



Katy



Yine yanıyordum. Mutasyondan hastalandığımda, yüzüme oniks püskürtüldüğünde bile bu kadar hasta olmamıştım. Bedenimdeki mutant hücreler sanki pençeleriyle yarıp tenimden dışarı çıkmaya çabalıyordu. Kim bilir, belki de öyle yapıyorlardı gerçekten. Kendimi yarılıp açılırmış gibi hissediyordum. Yanaklarımda giderek artan bir ıslaklık vardı.
Ağır ağır farkına vardım ki, gözyaşlarımdı bunlar.
Acı ve öfke gözyaşları... İçimde öyle yoğun bir hiddet vardı ki, tadı genzimde kan gibiydi. Belki de gerçek kandı, kim bilir. Kendi kanımda boğuluyor da olabilirdim.
Kapıların kapanışından sonrasına ait hatıralarım pusluydu. Daemon’ın ayrılırken söylediği sözler, uyanık olduğum her an kafamda yankılanıyordu. Seni seviyorum Kat. Hep sevdim. Hep de seveceğim. Kapı kapanırken bir tıslama sesi gelmiş, ardından Arum’lerle baş başa kalmıştım.
Galiba beni yemeye çalışmışlardı.
Her şey kararmış, sonra nefes almanın bile can yaktığı bu dünyaya açmıştım gözlerimi. Daemon’ın sesini, sözlerini hatırlamak işkencemi bir nebze hafifletmişti. Fakat ardından elinde opal kolyeyle Blake’in veda gülücüğünü hatırladım... Benim opal kolyem, Daemon’ın sirenler çalmadan, kapılar inmeye başlamadan hemen önce bana verdiği kolye. Öfkem bir anda kabardı. Yakalanmıştım ve Daemon’ın diğerleriyle kaçıp kaçamadığını bilmiyordum.
Hiçbir şey bilmiyordum.
Gözlerimi zorla araladım, üstümde parlayan sert ışıklara bakıp gözümü kırpıştırdım. Bir an gözlerim kamaştığı için hiçbir şey göremedim. Her şeyin etrafında haleler vardı. Sonunda görüşüm düzeldi ve ışıkların arasından beyaz tavanı seçebildim.
“Güzel. Uyanmışsın.”
Cayır cayır yanmama rağmen, tanımadığım erkek sesini duyunca vücudum kilitlenip kaldı. Sesin kaynağına bakmaya çalıştıysam da bedenimi acı kapladı, ayak parmaklarım kasıldı. Boynumu, kollarımı, bacaklarımı kıpırdatamıyordum.
Damarlarımda buz gibi bir dehşet gezindi. Boynum, el ve ayak bileklerim oniks bantlarla sabitlenmişti. Paniğe kapıldım, ciğerlerimdeki hava kaçıverdi. Dawson’ın Beth’in boynunda gördüğü morlukları hatırladım. Tiksinti ve korkuyla ürperdim.
Ayak sesleri yaklaştı ve görüş alanıma yandan giren bir yüz ışığı örttü. Muhtemelen kırklı yaşlarının sonunda, kısacık gri saçları yer yer kırlaşmış bir adamdı bu. Üstünde haki renkli askeri üniforma vardı. Sol göğsünün üstünde üç sıra renkli düğme, sağda ise kanatlarını açmış bir kartal göze çarpıyordu. Zihnimin o bulanık haliyle bile önemli biri olduğunu anladım.
Duygusuz bir sesle, “Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu.
Ağır ağır gözlerimi kırpıştırdım, ciddi mi diye merak ettim. “Her şey... Her şey canımı acıtıyor,” dedim karga gibi bet sesle.
“Bantlar yüzünden ama sanırım bunu biliyorsun.” Arkasındaki bir şeyi ya da birini işaret etti. “Seni buraya naklederken bazı önlemler almak zorundaydık.”
Nakil mi? Ona bakarken kalp atışlarım hızlandı. Neredeydim ben? Hâlâ Weather Dağı’nda mıydım?
“Adım Çavuş Jason Dasher. Şimdi seni çözeceğim ki konuşabilelim, seni muayeneden geçirsinler. Tavandaki siyah noktaları görüyor musun?” diye sordu. Bakışlarımla bakışlarını takip ettim, sonra o neredeyse görünmeyen noktacıkların farkına vardım. “Oniks ile elmas karışımı. Oniksin ne yaptığını zaten biliyorsun. Bizimle kavga edersen oda bu tozla dolacak. Kazandığın dayanıklılığın sana burada faydası olmaz.”
Tüm oda mı? Weather Dağı’ndayken toz yüzümüze sadece şöyle bir üflenmişti. Kesintisiz bir akış değildi.
“En yüksek ışık kırma indisinin elmasta olduğunu biliyor muydun? Oniksin acı verici etkisine sahip olmasa da, büyük miktarda ve oniksle bir arada kullanıldığında Luxenleri tüketir, onları Kaynak’tan güç çekemeyecek hale getirir. Senin üzerinde de aynı etki olacak.”
Bilmek güzeldi.
Koyu kahverengi gözlerini yine gözlerime dikip, “Odada oniks bir güvenlik önlemi olarak kullanılıyor,” dedi. “Bir şekilde Kaynak’tan yararlanır ya da personelime saldırırsın diye. Melezlerin becerilerini önceden hiç bilemiyoruz.”
Birilerine ninja misali saldırmak şöyle dursun, yardımsız oturabileceğimi bile sanmıyordum.
“Anladın mı?” Yanıt vermemi beklerken başını kaldırdı. “Canını yakmayı istemiyoruz ama tehdit teşkil edersen seni etkisiz hale getiririz. Anladın mı Katy?”
Yanıt vermek istemiyordum fakat bu oniks bantlardan da kurtulmam lazımdı. “Anladım.”
“İyi o zaman.” Gülümsedi ancak yapmacık bir gülücüktü ve dost canlısı olmaktan uzaktı. “Acı çekmeni istemiyoruz. Daedalus’un amacı bu değil. Olduğumuz şeye çok ters. Buna belki hemen inanmayabilirsin ama ileride amacımızın ne olduğunu anlamanı umuyoruz. Aslında kim olduğumuzu ve Luxenlerin kim olduklarını da.”
“Şu anda... inanmakta biraz güçlük çekiyorum.”
Çavuş Dasher sözümün ardında bir art niyet aramamış gibiydi. Soğuk masanın altına bir yere eğildi. Yüksek bir klik sesi geldi, sonra bantlar kendiliğinden kayarak boynumu ve bileklerimi serbest bıraktı.
Sarsılarak nefesimi verdim, titreyen kolumu kaldırdım. Vücudumun kimi yeri hissizken kimi yeri de aşırı hassastı.
Elini koluma koyunca irkildim. “Canını yakmayacağım,” dedi. “Sadece oturmana yardım edeceğim.”
Titrek uzuvlarıma pek söz geçiremediğimden itiraz edecek halim yoktu. Çavuş beni birkaç saniye içinde oturur hale getirdi. Derin derin nefes aldım, dengemi sağlamak için masanın kenarlarına sıkıca tutundum. Başım boynumdan gevşek bir makarna gibi sarktı, öne dökülen saçlarım bir an için odayı kapattı.
“Büyük olasılıkla biraz başın dönüyordur. Birazdan geçer.”
Başımı kaldırdığımda, odanın içindekileri yansıtacak kadar parlak, siyah bir kapının yanında duran kısa boylu, seyrek saçlı, laboratuvar önlüğü giymiş adamı gördüm. Bir elinde kâğıt bardak, diğerinde ise tansiyon ölçme aleti vardı.
Gözlerimi ağır ağır odada gezdirdim. Garip bir doktor muayenehanesini andırıyordu. Üstünde aletler olan küçük masalar, dolaplar ve duvara bağlı siyah hortumlar vardı.
Çavuş başıyla işaret edince laboratuvar önlüklü adam masaya yaklaştı, bardağı dikkatlice ağzıma götürdü. Kana kana içtim. Suyun serinliği genzimin sızısını almıştı ama aşırı hızlı içince öksürük krizine tutuldum, hem gürültülü hem de acı vericiydi.
“Ben Dr. Roth. Üs doktorlarındanım.” Bardağı yana koyup ceketine uzandı, bir stetoskop çıkardı. “Şimdi kalbini dinleyeceğim, tamam mı? Sonra da tansiyonunu ölçeceğim.”
Soğuk metal tenime değince yerimden sıçradım.
Sonra sırtıma dayadı. “Kocaman, derin bir nefes al.” Öyle yaptım, tekrar yapmamı istedi. “Güzel. Şimdi de kolunu uzat.”
Uzattım, uzatır uzatmaz da bileğimi çevreleyen kırmızı şeridi fark ettim. Bir tane de diğer elimin üstünde vardı. Güçlükle yutkunup başımı kaçırdım, aklımı kaçırmama ramak kalmıştı, özellikle de çavuşla göz göze gelince. Düşmanca değildi bakışları ama bir yabancının gözleriydi bunlar. Yapayalnızdım... Ne olduğumu bilen, beni bir amaç uğruna yakalamış yabancıların eline düşmüştüm.
Tansiyonum herhalde tavan yapmıştı çünkü nabzımın atışını kulaklarımda duyuyordum ve göğsümün sıkışması hayra alamet olmasa gerekti. Tansiyon aletinin bandı kolumu sıkıştırırken birkaç derin nefes aldım, sonra “Neredeyim ben?” diye sordum.
Çavuş Dasher ellerini arkasında birleştirdi. “Nevada’dasın.”
Ona bakakaldım ve duvarlar –o parlak, siyah noktacıklar haricinde bembeyaz olan duvarlar– üstüme üstüme geldi. “Nevada mı? Orası... resmen ülkenin diğer ucu. Saat dilimi bile farklı.”
Sessizlik.
Derken kafama dank etti. Boğuk bir kahkaha döküldü dudaklarımdan. “51. Bölge mi?”
Yine sessizlik oldu. Öyle bir yerin varlığını doğrulamaktan kaçınıyor gibiydiler. Tanrının cezası 51. Bölge. Ağlasam mı, gülsem mi bilemedim.
Dr. Roth tansiyon aletini çıkardı. “Tansiyonu biraz yüksek ama bunu bekliyorduk. Daha ayrıntılı bir muayene etmek isterim.”
Zihnimde vücuduma giren sondalar ve her türden iğrenç şey geldi. Hemen masadan aşağı kaydım, ağırlığımı zar zor taşıyan bacaklarımla adamlardan uzaklaştım. “Hayır. Bunu yapamazsınız. Bunu...”
“Yapabiliriz,” diye sözümü kesti Çavuş Dasher. “Yurttaşlık Yasası’na göre, ulusumuzun güvenliğini tehdit eden herkesi, insan olsun ya da olmasın tutuklama, yerini değiştirme ya da alıkoyma hakkına sahibiz.”
“Ne?” Sırtım duvara yaslanmıştı. “Terörist değilim ki ben.”
“Ama bir risksin,” diye karşılık verdi. “Bunu değiştirmeyi umuyoruz ama gördüğün gibi, özgürlük hakkını mutasyona uğradığın an yitirdin.”
Dizlerimin bağı çözüldü, duvardan aşağı kayıp kıçımın üstüne sertçe oturdum. “Yapamam...” Beynim bunu reddediyordu. “Annem...”
Çavuş hiçbir şey demedi.
Annem... Tanrım, annem aklını kaçıracaktı. Paniğe kapılacak, yıkılacaktı. Asla atlatamayacaktı bunu.
Avuçlarımı alnıma dayayıp gözlerimi sımsıkı kapadım. “Bu doğru olamaz.”
“Ne olacağını sanmıştın?” diye sordu Dasher.
Gözlerimi açtım, nefesim kesik kesikti.
“Bir hükümet tesisine sızdığınızda elinizi kolunuzu sallayıp çıkabileceğinizi, yaptığınızın yanınıza kâr kalacağını mı sanıyordunuz?” Önümde çömeldi. “Ya da ister uzaylı olsun ister melez, bir avuç çocuk biz göz yummadan oraya kadar ilerleyebilir miydi?”
Vücuduma bir soğukluk yayılmıştı. İyi soruydu doğrusu. Kafamız neredeydi bizim? Bir tuzak olabileceğinden şüphelenmiştik. Ben kendimi resmen hazırlamıştım ama pes edip Beth’in orada çürümesine izin veremezdik. Hiçbirimiz yapamazdı bunu.
Adama diktim gözümü. “Peki ya... diğerlerine ne oldu?”
“Kaçtılar.”
İçime soğuk sular serpildi. Hiç değilse Daemon bir yerlere hapsedilmemişti. İçimi biraz olsun rahatlatıyordu bu.
“İşin doğrusu, içinizden birini yakalamamız yeterliydi. Tercihen ya seni ya da seni mutasyona uğratanı. Birinizi yakaladık mı diğeri de ortaya çıkar.” Durdu. “Daemon Black şu anda elimizden kaçmış olabilir ama uzun süre böyle kalacağını düşünmüyoruz. Araştırmalarımızdan öğrendiğimiz kadarıyla Luxenler ile mutasyona uğrattıkları kişiler arasındaki bağ bir hayli güçlü oluyor. Özellikle de erkeklerle dişiler arasında... Gözlemlerimize göre siz ikiniz aşırı derecede... Yakınsınız.”
Evet, o rahatlama hissinden eser kalmamıştı. Korkuya kapıldım. Söyleneni anlamamış gibi yapmakla elime hiçbir şey geçmezdi ama beni mutasyona uğratanın Daemon olduğunu asla onaylamayacaktım. Asla.
“Biliyorum, korkuyorsun ve kızgınsın.”
“Evet, ikisini de fazlasıyla hissediyorum.”
“Seni anlıyorum. Sandığın kadar kötü değiliz Katy. Sizi yakaladığımızda her türden ölümcül yönteme başvurabilirdik. Arkadaşlarını öldürebilirdik. Ama yapmadık.” Doğruldu, ellerini tekrar kavuşturdu. “Sen de göreceksin ki, burada düşman biz değiliz.”
Düşman değiller miydi? Düşmanın ta kendisiydi bunlar; koca bir Arum ordusundan bile büyük bir tehdit oluşturuyorlardı... Zira bütün hükümeti arkalarına almışlardı. Çünkü insanları yakaladıkları gibi her şeylerinden... ailelerinden, dostlarından, tüm yaşamlarından kapıp götürebiliyorlardı... Ve yaptıkları yanlarına kâr kalıyordu.
Hapı öyle kötü yutmuştum ki.
İçinde bulunduğum hali kavrayınca, dizginler elimden önce kaydı, sonra tümüyle gitti. Çıplak bir dehşet içimde kamçı gibi şakladı, paniğe dönüştü, adrenalinin körüklediği berbat bir duygu karmaşası halini aldı. İçgüdülerim olaya el koymuştu fakat doğuştan gelen içgüdüler değil, Daemon beni iyileştirdiğinde dönüştüğüm şeyin içgüdüleriydi bunlar.
Ayağa fırlayıverdim. Sızlayan adalelerim adeta bağırarak itiraz etti ve beklenmedik hareket karşısında başım döndü, yine de ayakta kalmayı başardım. Doktor yana hareket etti, beti benzi sararmış bir halde duvara elini uzattı. Çavuş ise gözünü bile kırpmamıştı. Belalı halimden şu kadarcık olsun korkmuyordu.
İçimde çalkalanan şiddetli duygular sayesinde Kaynak’tan faydalanmak zor olmamalıydı fakat ne bir akış hissi vardı –hani yüksek bir hız treninin tepesindeyken insana olur ya– ne de tenimde statik elektrik birikiyordu.
Hiçbir şey yoktu.
Düşüncelerimi gölgeleyen dehşet ve panik sisinin içinden bir nebze gerçeklik sızıverdi ve Kaynak’ı burada kullanamayacağımı hatırladım.
“Doktor?” dedi çavuş.
Silah bulmak için onun etrafında hızla döndüm, üstünde küçük tıbbi aletler olan masaya yöneldim. Kapağı bu odadan dışarı atmayı becerirsem ne yapacağımı bilmiyordum. Kapı kilitli bile olabilirdi. Şu saniyenin ötesini düşünmüyordum. Buradan çıkmam lazımdı, o kadar. Hem de şimdi.
Ben daha tepsiye dokunamadan doktor elini duvara vurdu. Bir dizi küçük tıslamanın korkunç derecede tanıdık sesi duyuldu. Başka hiçbir uyarı yoktu. Ne bir koku. Ne de havanın niteliğinde bir değişim.
Fakat tavandaki, duvarlardaki küçük noktalardan silaha dönüştürülmüş oniks püskürmüştü; kaçış yoktu bundan. Korku beni boğuyordu. Feci bir acı kafa derimden başlayıp ağır ağır aşağılara inerken, aldığım nefes de yarıda kaldı. Sanki üzerime benzin döküp çakmağı çakmıştı birileri, tenimde alevler geziniyordu. Bacaklarım pes etti, dizlerim hızla yer karolarına çarptı. Oniks dolu hava genzimi tahriş etti, akciğerlerimi kavurdu.
Top halini aldım, ağzım sessiz bir feryatla açılmış, parmaklarımla yeri tırmalıyordum. Oniks her bir hücreyi işgal ederken vücudum önlenemez biçimde sarsılıyordu spazmlarla. Daemon’ın hızlı zekâsıyla ateşi söndürmesi umudu da olmadığından adını arka arkaya sessizce tekrarladım fakat yanıt gelmedi.
Acı vardı ve ondan başka hiçbir şey olmayacaktı.


Hiç yorum yok: